Gelişmenin Sürdürülebilirlikle İlişkisi Nedir?

Günlük hayatta en çok kullandığımız kelimelerden ve üstünde durduğumuz kavramlardan biridir “gelişim”. Bireysel olarak kişisel gelişim, fiziksel gelişim, zihinsel gelişim; sosyal, duygusal, ahlaki gelişim ve daha birçok farklı gelişim türlerinden bahsedebiliriz.

Bireyler gibi kurumlar da gelişir. Bunu daha ziyade kâr oranının yükselmesi, marka itibarının artması, yeni yatırımlar ve daha fazla personelin istihdam edilmesi gibi göstergeler ile ifade ederiz.

Aynı şekilde ülkeler de gelişir. Refah düzeyi, mutluluk endeksi, çalışma oranı, kişi başı milli gelir, eğitim seviyesi gibi parametrelerin yüksek olduğunu görürüz gelişmiş ülkelerde.

Peki bireyler, kurumlar ve ülkelerin; hatta tüm dünyanın gelişimindeki ortak faktör nedir? Ya da böyle bir faktör ya da unsur var mıdır? Yani, onu takip ettiğimizde hem bireysel ve kurumsal anlamda hem de ulusal ve uluslararası düzeyde bir gelişim sağlamak mümkün müdür?

Bu soruya cevap aramadan önce gelişmek ile büyümek arasındaki farkı iyi anlamamız gerekir. Örneğin, insan bir bebek olarak dünyaya gelir ve fiziksel olarak büyümeye başlar. Bu büyüme belirli bir yaştan sonra sabit kalır. Fakat zihinsel, ruhsal, sosyal ve duygusal gelişim ölene dek devam eder.

İşletmelerin de personel sayısı; fabrika, ofis veya şube sayısı gibi varlıklarındaki artış, bir süre sonra durur veya yavaşlar. Fakat katma değerli ürün ve hizmet üretimi, marka olarak toplumdaki algısı; yarattığı finansal, çevresel ve sosyal etkiler olumlu ya da olumsuz olarak gelişimini sürdürür.

İnsanlık tarihinden 20. yüzyılın başına kadar geçen yüz binlerce yıllık sürece baktığımız zaman, güçlü devletlerin topraklarının her zaman geniş bir coğrafyaya yayıldığını görürüz. Bizans, Pers, Moğol ve Osmanlı İmparatorlukları bunlara en iyi örnektir. Yine “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olan Britanya’yı da sayabiliriz. Fakat bugün bu ülkelerin toprak büyüklüklerinin aslında pek bir anlam ifade etmediğini açıkça görüyoruz. Çünkü içinde bulunduğumuz dönemin ihtiyaçları çok başka ve dinamikleri farklı işliyor.

Artık gelişmekten kasıt, sonu belli olan yolları tamamlamak değil, yolları sonsuz hale getirmek. Yeri geldiğinde ise farklı yollar keşfetmek. Yola beraber çıktıklarımızın sayısını artırmak.

Bir konuda gelişmeden bahsediyorsak ortada her şeyden önce düzenli, uyumlu ve sürekli bir ilerleme olmalı. Söz konusu durum veya olay, bireye, topluma, ülkeye ve dünyaya pozitif değer katmalı. Bu değerin bireysel veya kurumsal anlamda büyük ya da küçük olmasının bir önemi yok. Yeter ki sürekli olsun, herkese örnek olsun ve çevredekileri motive etsin, teşvik etsin.

Örneğin, evinizdeki kombinin sıcaklığını sadece 1 derece düşürmenin ne denli büyük etkiler yaratacağını düşündünüz mü hiç? Bu değişiklik, her ev için senede en fazla 70-80 TL’lik bir kazanç sağlar. Peki ülkedeki herkes; her ev, iş yeri, ofis ve fabrika bunu yapsa ne olur? İşte o zaman ülke olarak yüz milyonlarca liramız cebimizde kalır. Dahası, doğal gaz gibi bir fosil yakıtı daha az kullanmış, atmosferi daha az kirletmiş oluruz. Tasarruf edilen parayla ülkeye faydalı olacak birçok çalışma gerçekleştirilebilir.

Görüldüğü üzere çok küçük gibi görünen basit bir değişiklik ne kadar büyük pozitif etkiler yarattı. Çevremizi, toplumumuzu ve cebimizi düşünerek yaptığımız bu gibi değişiklikler, günün sonunda bir damladan bir denize, okyanusa dönüşebiliyor. Buradaki temel amaç, bu değişimin sürekli hale getirilmesi ve kapsamının genişletilmesi. Çünkü asıl o zaman bir değişimin gelişim olduğundan bahsedebiliriz.

Birey, kurum, toplum ya da ülke bazında olması fark etmeksizin herhangi bir konuda gelişmekten bahsediyorsak gerçekleştirilen eylemin, savunulan görüşün, sahip olunan yaklaşımın, sergilenen tutumun sürekli büyüyen değerler yaratması yani sürdürülebilir olması gerekir. Bütün gelişmelerin temelinde sürdürülebilirlik felsefesi yer almalı, ki gerçek anlamda bir gelişmeden bahsedebilelim.

2000’li yıllarda birçoğumuzun elinde Nokia cep telefonları vardı, değil mi? Kodak marka fotoğraf makineleri çok popülerdi. Peki şimdilerde durum nasıl? Kodak battı, Nokia satıldı. Sadece bunlar değil, yakın geçmişe kadar “asla batmaz” denilen birçok markanın iflas açıkladığına, artık büyük markalarla rekabet edecek gücünün kalmadığına, hisselerinin başka bir firmaya devredildiğine veya tamamen yok olduğuna şahit olduk. Hepsi kendi dönemlerine damga vurmuş ve tüm dünyanın saygı gösterdiği markalardı oysa.

Peki neden böyle oldu? Birçok sebep sıralanabilir aslında değil mi; çağa ayak uyduramadılar, modern teknolojiyi kullanamadılar, doğru yatırımları yapamadılar, marka değerini koruyamadılar vs. Ya da hepsi… Aslına bakılırsa tek bir sorun vardı ortada…

Tekerleğin ilk icadı ile günümüzdeki ulaşım imkanlarını; Graham Bell’in telefonu icadı ile bugünkü akıllı cep telefonlarını; ilk çağlardaki takasla alışveriş ile şimdiki e-ticaret sitelerini karşılaştırdığımızda ortak paydanın gelişim olduğunu görürüz. Peki markalar neden hayatta kalamıyor? İşte gelişimi yanlış anlamaları ve yorumlamaları yüzünden.  Eylemlerini bugüne göre değil de geleceği düşünerek planlayan herkesin, her kurumun ve ülkenin geliştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Gelişimi sürekli hale, sürdürülebilir hale getirmek… Geleceği öngörmek, gelecek nesilleri düşünerek yaşamak ve en önemlisi de herkesi bu yolculuğa davet etmek… Doğru bir gelişim ancak bu şekilde mümkün olabilir.

Daha Fazlası

Leave a Reply

Benzer Yazılar

@Instagram